Dr. Murat Akdağ’ın Giriş Yazısı
Ayn Rand 1905-1982 yılları arasında yaşamış Rusya St.Petersburg’da doğmuş olmasına karşın daha sonra Amerika’ya iltica etmiş felsefi roman yazarı bir bayandır. Bütün zamanların en çok okunan felsefe romanı “Atlas Vazgeçti” (Atlas Shrugged)’in yazarıdır. Ayrıca “Hayatın Kaynağı” , “İhtiyacımız Olan Felsefe” ve “16 Ocak Gecesi” adlı felsefi romanları da yazmıştır. Bu kitaplar son bir yıl içerisinde Türkçe’ye çevrilmiştir.Türkiye’de de oldukça yaygın bir hayran kitlesi olan yazar için hayranlarının kurduğu “Ayn Rand Sevenler Derneği” bile mevcuttur. Hatta program yapımcısı,yönetmen Sinan Çetin’de yazarın Türkiye’deki en büyük tanıtıcısıdır. Yazar ve görüşleri ile ilgili detaylı bilgiler www.objektivist.net adlı siteden öğrenilebilir. Yazarın Haziran 2003’de Plato Film Yayınları tarafından Nejdet Kandemir’in çevirisi ile Türkçe’ye kazandırılan “İhtiyacımız Olan Felsefe” adlı kitabında satrançla ilgili olarak son derece ilginç bir yazısına rastladım. Yazı ideolojik bir görüşü eleştirerek satrancı yüceltmektedir.Satrancın rasyonel realitesinden övgüyle söz etmektedir.Herhalde felsefi açıdan satrancı bu kadar iyi anlatan bir yazı olmamıştır,diye düşünüyorum.Söz konusu yazı olduğu gibi aşağıdadır :
“Boris Spassky’ye Açık Mektup 1974
Sayın Yoldaş Spassky:
Bobby Fischer ile yapmakta olduğunuz dünya satranç şampiyonluğu maçını büyük bir ilgi ile izliyorum. Satranç meraklısı değilim ve hatta oynamam da ve oyunun sadece temel kurallarını biliyorum. Ben mesleği romancı-felsefeci olan birisiyim.
Fakat televizyonda hamle hamle yeniden verilen bir oyununuzu izledim ve onları bir satranç oyuncusunun ihtiyaç duyduğu müthiş düşünce ve planlama karmaşıklığının gerçek bir ispatı olarak gördüm. Bu bir satranç oyuncusunun kaç şeyi aklında tutması gerektiğinin ,kaç şeyi entegre etmesi gerektiğinin,ne kadar ileriyi görmesi ve planlaması gerektiğinin bir ispatıydı. Sizin ve rakibinizin sıradışı bir entellektüel kapasiteye sahip olması aşikardı.
Sonra ,oyunun kendisinin ve oyuncuların zihni marifetinin onların uğraştıkları realitenin metafiziksel mutlaklığı sayesinde mümkün olduğunu fark ederek sarsıldım. Oyuna Kimlik Kanunu ve onun sonucu olan Nedensellik Kanunu hakimdir. Her şey olduğu gibidir: bir vezir bir vezirdir, bir fil bir fildir,ve her birinin yapabileceği hareketler onların niteliğiyle belirlenir: bir vezir doğrusal ya da diyagonal herhangi bir açık çizgide ilerler,bir piyon ilerleyemez;bir kale satranç tahtasının bir kenarından diğerine ilerler,bir piyon ilerleyemez,vs. onların kimlikleri ve hareketlerinin kuralları sabittir – ve bu durum oyuncuların aklının karmaşık,uzun vadeli bir strateji geliştirmesini mümkün kılar,bu nedenle oyun sadece kişinin (ve rakibinin) marifetine bağlıdır.
Bu durum beni size sormam gereken bazı sorulara götürdü.
1. İki saatlik beyin çatlatan bir emekten sonra – rakibinizi köşeye sıkıştırdığınız – kritik bir anda,bilinmeyen,keyfi bir kuvvet aniden diyelim rakibinizin filinin vezir gibi oynamasını sağlayacak şekilde oyunun kurallarını rakibinizin lehine değiştirmiş olsa,oynayabilir miydiniz? Oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek hayatta,bu sizin ülkenizin kanunudur ve bu oynamak için değil, fakat yaşamak için sizin ülkenizin vatandaşlarının içinde bulunduğu durumdur.
2. Satrancın kuralları diyalektik bir realiteye uygun olacak şekilde zıtların bir araya gelebileceği şekilde yenilense,böylece kritik bir anda sizin veziriniz Beyaz’dan Siyah’a dönüp,rakibinizin veziri olsa ve sonra da her ikinize de ait olan Gri’ye dönse,oynayabilir miydiniz, oynayamaz mıydınız? Ancak gerçek dünyada,bu sizin vatandaşlarınızın kabul etmesi,içselleştirmesi ve onlarla yaşaması öğretilen realite görüşüdür.
3. Bir ekip halinde oynamak zorunda olsanız – yani kendi başına düşünmeniz ve oynamanız yasaklansa ve bir grup tavsiyeci ile değil fakat her hareketinizi oylamayla belirleyen bir takım ile birlikte oynamak zorunda olsanız- oynayabilir miydiniz? Bir şampiyon olarak takım içindeki en iyi beyin siz olacağınızdan,takımı sizin stratejinizin en iyi olduğuna ikna etmek için ne kadar çaba ve zaman harcamak zorunda kalırdınız? Başarmanız mümkün olur muydu? Eğer bazı faydacı,sadece içinde bulunduğu anı düşünen zihniyetler rakibinizin atını sizin üç hamle sonra şah mat olmanıza yol açma pahasına alsa ne yapardınız ? Devam edebilir miydiniz ? Ancak gerçek dünyada ,bu sizin ülkenizin teorik idealidir,ve bu ülkenizin (bir gün) bilimsel çalışma,sanayi üretimi ve insanoğlunun hayatta kalması için gereken herhangi bir diğer aktiviteyle uğraşmada önerdiği metottur.
4. Hantal bir takım çalışma mekanizması söz konusu olsa ve hareketleriniz basitçe arkanızda duran – hiçbir şeyi açıklamayan veya tartışmayan,tek argümanı ve niteliği silahı olan bir kişi – tarafından sırtınıza dayalı bir silahla size dikte ettirilse,oynayabilir miydiniz? Oyuna devam etmeyi bir tarafa bırakın,başlayabilir miydiniz? Ancak gerçek dünyada,bu sizin ülkenizde insanların yaşadığı (ve öldüğü) uygulamadaki politikadır.
5. Oyunun kuralları farklılaştırılsa ve siz “proletaryacı” kurallarla oynarken rakibinizin “burjuva” kurallarla oynadığı,bir uluslararası Satranç Federasyonu profesyonel anlayış,ilgi ve yaklaşımından hoşlanır mıydınız,bu şartlarda oynayabilir miydiniz ? Böyle bir “çok kurallı” sistemin çoklu mantıkçılıktan daha saçma olduğunu mu söylerdiniz? Ancak gerçek dünyada, sizin ülkeniz diğer ülkelerin “burjuva” mantığı veya “Aryan” mantığı , ya da “üçüncü dünya” mantığı vs. izlediklerini iddia ederken kendisinin “proletarya” mantığı izlediğini ve küresel uyum ve anlayış peşinde koştuğunu ifade etmektedir.
6. Oyunun kuralları bir istisna ile bugünkü gibi kalsa,yani (kitleleri temsil ettikleri için) piyonlar daha etkili taşları (bireyleri) kurban verme pahasına korunmaları gereken en değerli ve en harcanamaz taşlar olarak ilan edilse,oynayabilir miydiniz ? Bu sorunun cevabının berabere olduğunu iddia edebilirsiniz,çünkü bu tür bir ahlak kuralını kabul eden sadece sizin ülkeniz değil tüm gerçek dünyadır.
7. Oyunun kuralları aynı kalsa fakat eşitlikçi prensibe uygun olarak ödüllerin dağıtımı değiştirilse,yani ödüller,onur ve ünvan,kazanana değil fakat kaybedene verilse,kazanmak bir bencillik belirtisi olarak kabul edilse ve kazanan,üstün bir zekaya sahip olması nedeniyle diğerlerine şans tanımak için bir yıl oyundan men etme cezasıyla cezalandırılsa,oyunu oynamaya dahi tenezzül eder miydiniz ? Siz ve rakibiniz kazanmak için değil fakat kaybetmek için oynamaya çalışır mıydı? Bu sizin aklınızı nasıl etkilerdi?
Bana cevap vermek zorunda değilsiniz,Yoldaş. Konuşma ve hatta bu gibi soruları düşünme özgürlüğüne dahi sahip değilsiniz ve ben de zaten cevapları biliyorum. Hayır,yukarıdaki şartların hiçbirirnin altında oyunu oynayamazsınız. Satranç dünyasına kaçmış olmanız bu tip olaylardan kaçmak içindir.
Evet, Yoldaş,satranç bir kaçıştır,realiteden bir kaçıştır. Satranç, yaşamaktan korkan ortalamanın üstünde zekaya sahip olan,fakat aklını meşgalesiz tutamayan ve onu gerçek olmayan bir şeye adamış olan ve böylece reddetmiş olduğu canlı dünyayı anlaşılması çok güç olduğu için başkalarına teslim etmiş bir insan için bir “çıkıştır.” Bir “uydurma oyun”dur.
Lütfen bunu bu tip oyunlara karşı olduğum şeklinde algılamayın: oyunlar insanın hayatında önemli bir yere sahiptir,gerekli olan dinlenmeyi sağlarlar ve satranç sürekli amaca yönelik çalışma baskısı altındaki insanlar için bu işi görür. Ayrıca, -spor yarışmaları gibi- bazı oyunlar bazı insan hünerlerinin bir mükemmellik seviyesine ulaştığını görme fırsatı sunar. Fakat,gerçek dünyada tekerlekli sandalye ile dolaşan bir dünya koşu şampiyonu hakkında ne düşünürsünüz? Ya da dört ayağı üzerinde emekleyen bir yüksek atlamacı hakkında? Siz satranç profesyonelleri insan marifetlerinin en üstünü olan entelektüel gücün ifadesi olarak algılanmaktasınız- ancak bu güç altmış-dört kareli satranç tahtasının sınırları ötesinde sizi terk eder ve aklı karışık, endişeli ve ilgisi dağılmış halde bırakır. Çünkü siz bilirsiniz,satranç tahtası bir eğitim alanı değil,gerçeğin yerine konan bir şeydir.
Yetenekli,erken gelişmiş bir genç kendini dünya karşısında sersemlemiş halde bulur: onun anlayamadığı insanlardır,onu korkutan insanların anlaşılmaz,çelişkili,dağınık davranışlarıdır. Doğru teşhis ettiği,fakat mücadele etmeyi tercih etmediği düşman insan irrasyonelliğidir. Aklının takdir edileceği bir sığınak arayarak geri çekilir,pes eder ve kaçar- ve satranç bubi tuzağına düşer.
Siz satranç profesyonelleri özel bir dünyada yaşıyorsunuz; emniyetli,korunan,düzenli bir dünyada. Bu dünyada varoluşun tüm önemli ve temel prensipleri öylesine açık ve sağlam yerleşmiştir ve uyulmaktadır ki onların farkında olmak zorunda bile değilsiniz.(Bunlar benim yedi sorumdaki prensiplerdir.)Bu prensiplerin oyununuz için ön şartlar olduğunu bilmezsiniz – ve siz onlarla karşılaştığınızda,realitede onları veya onların ihlallerini tanımak zorunda değilsiniz. Sizin dünyanızda,onlar hakkında endişelenmek zorunda değilsiniz,tek yapmanız gereken şey düşünmedir.
Düşünme işlemi insanoğlunun asıl hayatta kalma yoludur. Bu işlemi başarılı bir şekilde gerçekleştirmenin hazzı -kişinin kendi aklının faydasını yaşaması- insan için varolan hazların en önemlisidir, ve bu ister büyük,ister küçük herhangi bir zeka seviyesindeki insanların en derin ihtiyaçlarıdır.Bu nedenle, sizi satranca çeken şeyin ne olduğu anlaşılabilir: tüm gereksiz engellerden arınmış ve aklınızın gücünün muzafferane kullanımı dışında hiçbir şeyin önemli olmadığı bir dünya bulduğunuza inanıyorsunuz.Fakat bunu buldunuz mu Yoldaş?
Aritmetiğin aksine,satranç zihinsel çabanın temel eğilimi olan soyutluğu temsil etmez; onun zıddını temsil eder:zihinsel çabayı bir takım somut şeyler üzerinde odaklar ve bir aklın başka hiçbir şeye yeri kalmayacak şekilde karmaşık hesaplamalar yapmasını talep eder. Bir hareket ve mücadele illüzyonu yaratma yoluyla, satranç profesyonel oyuncunun aklını hayata karşı kritik olmayan,önem vermeyen bir pasifliğe indirger. Satranç,entelektüel çabanın motorunu yani “Ne için?” sorusunu ortadan kaldırır ve bir ölçüde korkutucu bir şey bırakır:amacından soyutlanmış entelektüel çaba.
Eğer -psikolojik veya varoluşsal nitelikteki belli sayıda sebepten dolayı-bir insan gerçek hayatın kendisine kapalı olduğuna,başaracak veya peşinde koşacak hiçbir şeye sahip olmadığına, hiçbir hareketin mümkün olmadığına inanmaya başlarsa,bu durumda satranç onun panzehiri olur, yani buna tamamen inanmayı ve hareketsiz durmayı reddeden kendi asi zihnini uyuşturma metodu olur. Yoldaş, satrancın sizin ülkenizde şu an ki rejimden önce ve sonra her zaman bu kadar popüler olmasının ve neden çok sayıda Amerikalı satranç ustasının olmamasının sebebi işte budur. Gördüğünüz gibi,bu ülkede insanlar hala hareket özgürlüğüne sahiptir.
Sizin ülkenizin liderleri bu şampiyonluk maçını bir ideolojik konu, Rusya ve Amerika arasında bir yarış olarak ilan ettiği için Bobby’nin kazanmasını istiyorum, tüm arkadaşlarımda böyle. Bu maçın ülkemizde beklenmeyen bir ilgi uyandırmasının sebebi Amerikan halkının,sizin ülkenizin saldırı,kışkırtma ve holigan küstahlık politikasına ve kendi hükümetimizin aşırı hoşgörülü ve aşırı nazik sabrına olan uzun süreli kızgınlığının ve öfkesinin sonucudur. Hepimiz yüzsüz,isimsiz kollektif yığınlar arasındaki (bize bir iyi-kötü mücadelesi yapan iki şövalyenin ortaçağ mücadelesine çok benzer gibi görünen) küresel çatışmalardan yorgun ve bıkkın olduğumuzdan,ülkemizde Sovyet Rusya’nın herhangi bir tarzda,herhangi bir bakımdan ve herhangi bir şekilde yenilgiye uğratılmasını görme yönünde yaygın bir arzu vardır.(Fakat tabii ki bu bir semboldür,siz şeytanın gönüllü bir savunucusu değilsiniz,belki de hepimizin bildiği gibi dünyanın geri kalanı olduğu gibi onun bir kurbanı durumundasınız.)
Ancak Bobby Fischer’in davranışı sembolizmi bozmaktadır; fakat bu bir satranç uzmanının aklı ile realite arasındaki çatışmanın açık bir örneğidir. Kendinden emin,disiplinli ve parlak olduğu aşikar olan bir oyuncu gerçek dünya ile uğraşmak zorunda kalınca çökmektedir. O bir çocuk gibi aksilikler yapmaktadır,anlaşmaları bozmaktadır,rasgele taleplerde bulunmaktadır ve bir lise turnuvasındaki satranç oyununda kendini diskalifiye edecek olan bir tarzda kapris tavırlarına girmektedir. Bu nedenle o gerçek dünyaya,kendisini ondan kaçırtan şeytanı yani irrasyonelliği getirmektedir. Bir mektup imzalamaktan,herhangi bir ciddi sorumluluk almaktan korkan,hayatını nasıl yaşayacağını öğrenmek için mistik bir mezhebin keyfi fermanlarının rehberliğini arayan bir adam,muhteşem,kendinden emin bir adam değil, fakat anlık kızgınlık ve belki de bir hainlik hissiyle hırpalanmış trajik derecede çaresiz bir kurbandır.
Fakat akıl prensiplerinin bir satranç tahtasının sınırları ötesinde uygulanamayacağını, onların sadece bir insan icadı olduğunu,dışarıdaki kaosa karşı yetersiz olduklarını,gerçek dünyada hiçbir şansları olmadığını söyleyebilirsiniz. Bu doğru olsa,hiçbirimiz hayatta kalmazdık ve hatta doğmazdık,çünkü insan türü uzun zaman önce yok olurdu. Eğer yukarıda bahsettiğim türden irrasyonel kurallar altında,insanlar bir oyun dahi oynayamazsa nasıl yaşayabilirler? Bir insan icadı olan – daha doğrusu insanın hatası olan – akıl değil,akıl dışılıktır.
Tabiat (realite) satranç kadar mutlakçıdır ve onun kuralları (kanunları) da o kadar çok (hatta daha fazla) değişmezdir – fakat onun kuralları ve kuralların uygulamaları çok,çok daha karmaşıktır ve insan tarafından keşfedilmek zorundadır. Ve tıpkı bir insanın satranç kurallarını ezberleyebileceği, fakat onları uygulamak için kendi aklını kullanmak zorunda olması gibi her insan tabiatın kurallarını uygulamak için,yani başarılı bir şekilde yaşamak için,kendi aklını kullanmak zorundadır.Uzun bir süre önce tüm ustaların büyük ustası bize tabiatın ve hayatın niteliklerinin temel prensiplerini vermiştir.Onun adı Aristo idi.
Aristo prensiplerine dayalı bir toplumda yaşasanız, satranca kaçmak ister miydiniz? Bu ülke, sizin aklınızın gücünü istediğiniz bir boyutta,sonuna kadar kullanabileceğiniz, başarılarınızın ödüllerini alacağınız ve akıl dışı olmayı tercih eden insanların sizi durdurmaya güçlerinin olmadığı ve kendilerinden başka kimseye zarar veremeyecekleri,kuralları nesnel,sıkı ve açık olan bir ülke olurdu. Böyle bir sosyal sistem geliştirilemez,diyorsunuz değil mi? Fakat o geliştirildi ve tam varoluş noktasına yaklaştı – sadece seviyesiz zihniyetler,silahları olan insanlar ve onların cadı doktorları insanların onu bilmesini istemediler. ona Kapitalizm adı verilmiştir.
Fakat Yoldaş, bu konuda berabere kaldığımızı söyleyebilirsiniz: sizin ülkeniz bu kelimenin anlamını bilmez, ve bugün bizim ülkemizdeki çoğu insanda onu bilmez.
Saygılarımla
Ayn RAND ”
“İhtiyacımız Olan Felsefe”
Çeviren Nejdet Kandemir