Satranç da tahta üzerinde oynanan pek çok oyun gibi doğuda ortaya çıkmış. Bir görüşe göre oyun, MÖ 5.yüzyılda doğmuş. Diğer ve yaygın görüşe göreyse bundan 1400 yıl önce Hindistan’da ortaya çıkmış, Çin’e göç eden budist rahiplerce de Çin’e gelip yayılmış. Yine ikinci görüşe göre aynı dönemde (MS 6.yy) İran’da da oynanan oyun ticaret münasebetleriyle İspanya’ya, ordan da dünyaya yayılmış.
Bilinen en eski ismi Çaturangu olan satrancın bugünkü kurallarını alması*1 ve bu kuralların dünya genelinde kabul görmesi için uluslararası satranç federasyonunun*2 kurulması gerekmiş.
Her ne kadar eskiden bu oyunu en iyi Araplar ve Türkler oynasa da, günümüzde satrancın en iddialı isimleri Rusya, eski doğu bloğu ülkeleri ve de Amerikan/İngiliz yapımı satranç robotları. (Deep blue, deeper blue, vb.)
Satranç Tüccar Zihniyetli Değildir
Prizmaları yalnızca gri ve tonlarını geçiriyor olacak, bazıları satrancı, temeli taş ve pozisyon üstünlüğü kazanımına bağlı tüccar zihniyetli bir oyun olarak görüyor. Üç sebeple tamamen karşıyım bu fikre.
İlkin, yukarıda da bahsedildiği üzere satrancın doğum yeri Hindistan. Ruhsal zenginleşme ve uyanış çabasının en yoğun olduğu, maddiyata tamah edilmediği tenasühler diyarında doğmuş bir oyunu tüccar zihniyetli diye nitelendirmek, oyunda daha derin bir şeyler görme çabası göstermemek olsa olsa cahilliktir.
İkinci olarak ,eğer satranç gerçekten de sadece taş eksiltmeye odaklı bir oyun olsaydı, taşı az olan tarafın devamlı kaybetmesi gerekirdi. Oysa durum hiç de böyle değildir. Satranç tarihi daha az taşa rağmen kazanılmış oyunlarla doludur.
Son olarak da bir meslek olarak satranç oyunculuğunu bırakan, dünya şampiyonluğuna adını yazdırmış -ya da ona çok yaklaşmış- ustalar düşünsel alanlarla ilgilenmeyi sürdürüp, profosyonel oyunculuğu bırakmadan önce yazdıkları satranç konulu kitaplarına farklı alanlarda kitaplar eklemişlerdir. Satranç tüccar zihniyetli olsaydı eğer, artık zengin (üst seviye turnuva başarıları fazlasıyla maddi gelir sağlamaktadır) birer emekli olmuş bu satranç pirleri felsefe, politika, siyaset üstüne hâlâ kafa patlatacaklarına, turnayı gözünden vurmuş borsacılar gibi günlerini gün etmeye bakmazlar mıydı acaba?
Satranç İçgörü ve Öngörüdür
Muhatabınız en az sizin kadar teknik bilgiye, tecrübe ve hayal gücüne sahipse zordur bu oyunda kazanması. onun da en az sizin kadar söyleyecek sözü vardır. Kavga, tıpkı hayattaki gibi çetindir. Peki kim kazanacak şimdi, yoksa berabere mi bitecek?
Hırslı olan taraf kazanamayacak. Hırsından kaynaklanan fevri tepkilerle hamle yapan kişi, oyunun ilk hamleyle son hamle arası bir bütün olduğunun bilincindeki bir kişiye göre daha çok ve daha ölümcül hatalar yapacaktır.
Ruhsal yoğunluğunu (konsantrasyonunu) tamamıyla önündeki tahtaya odaklayamamış olan oyuncu kaybedecektir. Bakmak kolay, görmek zordur ve satrançta seçebilecekleriniz neredeyse sonsuz sayıdadır. Ceza da mükafat da hemendir. Satranç, boş bulunanları pek affetmez.
Oyuncu haddini bilmelidir. Kendini bilmeyen oyuncu galibiyete uzak, mağlubiyete yakın duracaktır. Bir kucak odun küçük bir ateşi söndürür; büyüğüne ise can verir. Oyuncu ateşini herşeyiyle tanımalıdır. Yapabileceklerini bilmeden, boyundan büyük kulaçlar atmaya kalkışan taraf daha kıyıda boğulacaktır.
Demiştik ya kim kazanacak diye, hırslı değil dingin bir ruh, tetikte bir dikkat ve kendini tanıyan bir bilinç kazanacaktır oyunu.
Münakaşa ve Satranç
Münakaşa ve satranç, işleyiş mekanizmaları özünde aynı iki şey. İki taraf ve iki birikimin karşılıklı saygı içinde ölçüştüğü tek bir platform. Aynı mermeri yontan iki heykeltraş.
Kazananın tek fazlası son hamleyi yapmış olması, bitti, bu kadardı demesi. Ya kaybeden gerçekten kaybetmiş sayılır mı? Eksiklerini gördü, karşı tarafın artılarını, farklı bir bakış açısını. Mat eden oyunu kazandı, bildiklerini ve yapabileceklerini sınadı. Oysa kaybeden için yeni bir pencere daha açıldı ve onun bu pencereden bakıp kendini geliştirmemesi için hiç bir sebep yok.
Satranç, Tavla ve Toplum
Satranç oyuncusu seçer, eli şakağındadır düşünür, en iyi cevapta dahi güçsüz kalacak hamleyi arar, hayalgücünü, zekasını ve sezgilerini kullanır. Ya tavla oyuncusu? Son bağlamda zarların olasılıklarına mahkumdur. Ne yeki ne şeşi seçemez, maruz kalır, kabullenir yalnızca. Eli şakağında değildir, bileğini gösterir, ‘hadi yavrum, kemik’ der.
Çoğu satranç ustası dâhidir, oysa tavla şampiyonu olmak için dehaya gerek yoktur; çünkü tavlada zar fikirden üstündür.
Çok eskiden satrancı en iyi Araplar ve Türkler oynarmış. Toplumu da bir birey olarak kabul ederek alışkanlıklarının onun karakterine dair ipuçlar vereceğini düşünürsek şöyle bir soru geliyor insanın aklına: Ne zaman bıraktık acaba satrancı da tavlacı olduk toplumca?
Satranç ve Gerçek
Kemal Tahir bir konuşmasında şöyle diyor: “Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınması, devamlı elimizde kalması için yeterli değildir. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindedir.”
Tıpkı hayat gibi, her an canlı ve değişkendir satranç tahtası da. Yapılabilecek hamlelerin çeşitliliği insan usu için neredeyse sonsuzdur. Her an bir seçim ve her an bir kaybediş; çünkü her seçim alternatifleri yitirmektir. Ve yapmayı seçtiğimiz hamle vazgeçtiklerimizin en az birinden kötüyse; bunun hayattaki karşılığı da pişmanlıktır. Satranç biraz da prefabrik hayattır. Her iyi satranç oyuncusu aynı zamanda iyi bir hayat tasarımcısıdır.
Satranç ve Özgürlük
‘Sevginin ve Şiddetin Kaynağı’ kitabının sonlarına doğru, “Gerekircilik, Seçenekçilik ve Özgürlük” başlığı altında Erich Fromm, ‘özgürlük’ diye birşey olmadığını; olsa olsa ‘kendimizi özgürleştirme süreci’nden söz edebileceğimizi söyler.
İki uç insan örneğini ele alır öncelikle: Doğru Mehmet ve Yanlış Ahmet.
Doğru Mehmet sevgi doludur, yıkıcı değildir, üretir, ürettiğine yabancı değildir, sorar, sorgular, maruz kalmayı değil seçmeyi tercih eder, kendisini tanır, bilinçaltı onun için karanlık koridorlar demek değildir, hayatla ve hayatın içindeki herşeyle barışıktır. Verdiği kararların her biri Doğru Mehmet’in önünü açar, geleceğini zenginleştirip, güzelleştirir. Yani Doğru Mehmet öyle biridir ki yanlış karar almaz, alamaz. onun yanlışlık yapma yetisi yoktur.
Diğer uç insan Yanlış Ahmet ise Mehmet’in tam tersi. İnsan kılığında hatalar yığını. Sinik, korkak, yıkıcı, hayatla ve herşeyle küs, sevgisiz, cenabet herifin teki.Yanlış Ahmet sorgulayamaz, yalnızca maruz kalır, etken değil, etkilenendir; verdiği kararların hepsi yanlıştır, geleceğini kısırlaştırır, karartır ve küçük hayatını her geçen gün biraz daha çekilmez yapar.
Fromm, bu iki insan tipinden sonra da bizi ele alır, sıradan sokaktaki insanı. Bizim ne Doğru Mehmet ne de Yanlış Ahmet gibi uç kutuplarda olmadığımızı, kendimize göre kâh doğru kâhsa yanlış kararlar aldığımızı belirtir.
“Doğru kararlar kişiye huzur verir, geleceğini özgürleştirip genişletir; yanlış kararların adı ise pişmanlıktır.” diyen Fromm hem özgürlüğün nasıl birşey olduğunu daha açıklayıcı anlatabilmek hem de ‘zararın neresinden dönülürse kârdır’ sözünün her zaman doğru olmadığını ispatlamak amacıyla satranç oyunundan bir örnek verir.
[Kitap artık elimde olmadığı için örneği aynen alıntılıyamıyorum] Satranç oynayan iki kişi düşünün, öyle iki kişi ki güçleri denk.
Bu iki kişinin oyunu kazanma şansları oyun başında aynıdır. (Beyaz taraf ilk hamleyi yapacak olması sebebiyle biraz daha avantajlı olsa da satrançla ilgilenenler bilirler, bu durum usta seviyesinde olmayan oyuncular için pek bir şey ifade etmez.) Kazanacak olan taraf en az hatayı yapacak olan taraftır. İşimizi kolaylaştırması açısından bu iki kişiden daha az hatayı yapan kişiye D diyelim, diğeri de yani daha sık hata yapan taraf, H olsun.
Her ne kadar başlangıçta D ve H, herşeyiyle eşit olsalar da, oyun biraz ilerlediğinde D tahta üzerinde daha iyi pozisyonda gözükmektedir. Taşlarını, kendini olası saldırılara karşı koruyan ve kazanmayı sağlayacak hamleler yapmasını kolaylaştıran yerlere yerleştirebilmiştir. H de tersine terlemeye başlamış, bulunduğu durum içinden sıyrılmasını sağlayacak parlak hamleler peşindedir.
Oyun artık ortalarında… Bizim H parlak hamleler yapması gerekirken, hatalarını peşpeşe tekrar etti. Yine de hala kaybetmiş değil, oyunu kazanmak için az da olsa, henüz şansı var fakat bundan sonra kendisini de aşan hamleler yapabilmesi gerekiyor.
İşte oyunun sonları, hamleler artık birer formalite çünkü D birkaç hamle sonra kesinlikle kazanacak ve H’nin bunu değiştirmek için yapabileceği hiçbir şey kalmadı. Kötü bir tasarımcı olan H şimdi, oyun başlarında -yani daha kazanmak için şansı varken- verdiği yanlış kararların cezasını çekiyor. Şahı hala yaşasa da az sonra ölecek; H’nin şâhı şu an bir zombi aslında.
Fromm’un örneği burada sona eriyor ama bir örnek de biz kendi kültürümüzden verelim; ‘görücü usulü evlilik’ bahsiyle.
İki genç, aileleri tarafından everilmek isteniyorlar. İkisi de okumuşlar, kendi işleri var, kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyorlar, artık evlenmek, yuva kurmak istiyorlar ama ne yazık ki talih ikisinin de karşısına doğru insanı çıkarmamış ve yaş kemale ererken, bu duruma aileleri bir son vermek istiyor.
Çeşitli münasebetlerden sonra tanışıyorlar, çok değil bir iki ay beraberce bir şeyler yapıyorlar; tabii ki amaç karşı tarafı tanımak, evlenilebilirliğini anlamaya çalışmak.
İkisi de çok hoşnut değiller birbirlerinden, tamamen onlara kalsa evlenmeyecekler ama durum böyle olmuyor. Aileler bastırıyor:” Bak oğlum/kızım, yaşın geldi geçiyor, bunun yaşlılığı da var, nesi var gül gibi kız/delikanlı, hem biz de torun sahibi olmak istiyoruz, kucağımızda torun hoplatmak bizim de hakkımız değil mi , bak Erol’un/Ayşe’nin annesi Fatma’nıma…”
Kız da oğlan da biraz kendilerini kandırarak, “evet haklılar…” diyerek evleniyorlar. Aradan zaman geçiyor, cicim ayları sona eriyor, torunlar bir bir geliyor. ondan sonra da o bildik dert, geçimsizlik. Birbirlerini tanımadan evlenmiş bu çiftin arasındaki zorlama ilgi/sevgi/istek son nefesini verir vermez başlıyor dertler. Yine ikisine kalsa hemen boşanacaklar, çocukları paylaşarak, arkadaşça ayrılacaklar. Kahretsin ki bu sefer hem aile hem toplum var karşılarında. Millet ne der sonra boşanınca, taşınmak zorunda kalırlar, onun bunun yüzüne nasıl bakarlar, ailelerine ne derler, yalnız kendilerini değil ailelerini de rezil ederler…
Mutsuz bir çift, yen içinde saklanmaya çalışan, saklandıkça sancıyan kırık bir kol ile seneler geçer. Mat pek yakındır artık, geriye dönüş yolu seneler evvel verilmiş bir iki kararla yok edilmiştir. Harcanmış bir hayat öyküsüdür bu. ‘Yaktım gemileri, dönüş yok artık geri’ şarkısı kalır kulaklarda.
Sonuç olarak zararın neresinden dönersek kâr değildir. Öyle noktalar vardır ki geriye yalnızca mutsuzluk verici bir ömrü yaşlanması kalır. Özgürlük denen süreç de, bunu önlemeye yönelik çabaların toplam adıdır.
Satranç ve İlköğretim
Satranç bir tasarımdır, iki uç arası bir bütünü olabildiğince iyi tasarımlayabilme çabası. En zor satranç oyunu en tanıdık, en dişli rakiple yani hayatın içinde kendimizle oynanamakta olduğumuz.
Matematiksel zeka ve çözümlemeli düşünce yeteneği gelişimin yanısıra, satranç oynayan kişi oyunun ona sunduklarını oyundaki becerileri ilerledikçe farkedecektir. Saygıyı öğrenecektir ilkin, bir münakaşada mağlup olmanın ganimetlerini, herkesin bir sözü olduğunu, her sözün sırayla dinlenmesi gerektiğini. Daha çok taşı olmasına rağmen kaybettiği (ya da tersi) zamanlarda maddiyata dayalı güç kavramında çatırdamalar olacaktır. Kendini özgürleştirme sürecinin ayırımına varacaktır, bundan sonra yaşamına dair aldığı büyük kararlarda daha titiz davranacaktır. Kişi olmaktan sıyrılıp birey olabilmek için çabalayacaktır. Kabullenmeyi reddecek; seçmenin, seçebilmenin tadına varacaktır. Bütünü parçalarından okuyabilmeyi, daha hızlı, daha doğru düşünmeyi öğrenecektir. Satranç oyuncusu, meslek seçiminden evliliğe, bu seçimlerde kime oy vereceğinden boş zamanlarında ne yapacağına kadar hayatının her tür karar aşamasında satrancın faydasını görecektir.
İşte bu sebeplerle “satranç” Türkiye’de, ilköğretimde ciddi bir ders olarak okutulmalıdır. 4. sınıftan itibaren ilk iki yıl oyunun tanıtımı yapılmalıdır. Taşlar, kurallar, açılışlar, kağıt üzerinde notasyon, satranç tarihindeki ilginç olaylar, büyük ustaların konuyla ilgili fikirleri … Bu iki yıl zarfında öğrenci oyundan korkmamalı, oyuna ilgi duyar hale gelmelidir. Bunun için de ilgili derste notlandırma sadece bir ödül olarak kullanılmalıdır. [Ezberci eğitim sistemimiz, maalesef derslerden haklı olarak keyif almayan ve soğuk duran öğrenciyi sadece korkutma amacıyla not kullanmaktadır.]
İki yıl süresince haftada bir ya da iki saat oyunun temelini öğrenme açısından fazlasıyla yeterli. Diğer yıllarda da -yine haftada bir ya da iki saat- oyun ortaları, oyun sonları, tuzaklar vb. gibi daha derin konular ele alınmalıdır. Çeşitli seviyelerde organize edilen turnuvalar öğrencilere yalnızca pratiklerini geliştirebilecekleri ortam sağlamakla kalmayıp onların sosyal yaşamlarına da katkıda bulunacaktır.
Satranç dersinin devlete olabilecek tek maliyeti*3 satranç bilen öğretmenlerdir. Bu konuda maliyet azaltıcı yapılabileceklerden birisi de gönüllüler dışında, satranç bilen ve de yarı zamanlı çalışabilecek üniversite öğrencilerinden (veya velilerden) dönemlik sözleşmeler yaparak faydalanmak olabilir.
Yetki sahiplerine duyrulur.
*1: Satranç, savaşlardaki taktik ve stratejileri inceleme amacıyla ortaya çıkarılmış bir oyun olduğu için ilk hali oldukça hantal. Bu hantallığı ortadan kaldırabilmek ve oyunun daha hzlı bir biçimde sona varmasını sağlayabilmek amacıyla da bir dizi değişikliklere gidilmiş. Oynanabilirlik hızını arttırma amacıyla oyuna ‘kale’ ilave edilmiş.Daha sonra ancak tek kare ilerleyebilen vezir ve filin bu sınırlaması kaldırılmış. Şahın güvenliğe bir an evvel girebilmesi için ‘2 hamlede rok’ icad edilmiş. En sonunda da bu rok tek hamlede yapılabilir hale gelmiş. Görüldüğü üzere oyunun özü [Şah çekildiğinde, şahın gidelebileceği karelerin her biri tehdit altında ise oyun kaybedilmiştir.] hep aynı kalsa da, hızı arttırıcı değişiklikler olmuş.
*2 : 20 Temmuz 1924’te Paris’te ‘Federation Internationale des Echecs’ adıyla Dünya geneli, kıtalar arası şampiyonalar düzenlenmesi ve global bir satranç anlayışının oluşturulması amaçlarıyla kurulmuş. Uluslararası bir organizasyon olarak tanınması ise 1989 yılında gerçekleşmiş. FIDE kelimesi federasyonun Fransızca isminin baş harflerinden meydana geliyor.
*3 : Tek maliyet dedim çünkü 50 kişilik bir sınıfta ilk iki sene için 5’erli grup çalışması yapılacağı düşünülürse 10 satranç takımı bir sınıf için yeterli olacaktır. Bu da abartılmış bir hesapla, alınacak takımlar için her bir öğrenciden bir defalığına 1.250.000 TL alınması demektir. Kaldı ki yerleşim birimindeki okullar bir araya gelip tek bir koldan alış-veriş ederlerse, toptan alım sebebiyle bu miktar daha da azalacaktır.
S. ÇAĞRI COŞKUN
05 Aralık 2003