“Satranç nedir?” sorusunun cevabı “İki kişi arasında altmış dört kareli bir tahta üzerinde değerleri ve adları değişik siyah ve beyaz on altışar taşla oynanan bir oyun…” olarak geçmiş Türk Dil Kurumu sözlüğünde…
İlk bakıldığında mükemmel duran tanıma, satrançla profesyonel ya da yarı profesyonel ilgilenenler tarafından “teknik” itirazlar “Şah ve piyon taş değildir.” şeklinde gelebilir. Ancak işin bir de “kültürel değer” kısmı var… “Satranç” isimli hikaye kitabının Avusturyalı ünlü yazarı Stefan Zweig satrancı sadece “bir oyun” olarak tanımlamayı bayağı bulmuş olacak ki “eşsiz ve usta işi bir oyun” şeklinde tanımlayıp hak ettiği payeyi vererek “Bu kadar eşsiz, bu kadar usta işi bir oyun kendi özel matadorlarını ortaya çıkarmalı.” demiş. Bir başka önemli noktaya da vurgu yapmış: Oyunun kendi özel matadorlarına…
Satrançseverler arasında cevabı asla net bir şekilde verilemeyecek olan ve sürekli tartışılacak olan bir soru var: Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük satranççısı kimdir? İşin içinde “zihinsel, fiziksel ve psikolojik” faktörlerin bulunduğu ve bunlardan birinin zayıf olduğunda oyunun tüm gidişatının etkilenebildiği bir spor dalı satranç. Çeşitli dönemlerde yaşamış şampiyonları masalara karşılıklı oturtup oynatmak mümkün olmadığına göre bu sorunun cevabı da asla net bir şekilde bilinemeyecek. Ancak cevabın olmaması bile satrancın popülerliği ve cazibesi açısından sanki daha hayırlı gibi duruyor. Böylece herkes kendi favorisinin neden en iyi olduğuna dair doneleri ortaya koymaya devam edecek ve en azından satranç adına bilgi sirkülasyonu bu konuda da devam edecektir.
Biz de bu kapsamda satranç tarihinin en özel matadorlarından birine, resmi adıyla “Robert James Fischer”, bilinen adıyla “Bobby Fischer”a değinmek istiyoruz… Kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi… Fakat kimileri diye bahsettiklerimizin içine “Evet, bence de odur” diyen dünya şampiyonları da girince işin ciddiyeti bir kat daha artıyor… En güçlü olduğu dönemde, yani 1972 dünya şampiyonluğuna giden süreçte, dünya şampiyonluğunda iddiası bulunan Taimanov ve Larsen gibi büyük ustaların Fischer ile yaptığı maçlarda adeta sıradan birer oyuncuymuş gibi kalması, skor farkı açılınca hasta olduklarını beyan etmeleri ve bunun üzerine “Fischer humması” efsanesinin ortaya çıkması da işin tuzu biberi…
Bir şampiyonda bulunması gereken özellikler belirgin bir şekilde Fischer’de var: İnanılmaz bir hafıza, çalışma azmi, müthiş bir özgüven, psikolojik süreci yönetmedeki üstünlüğü ve tüm bunlara ek olarak diğer şampiyonlarda çok az rastlanan –hatta bazılarında hiç rastlanılmayan- bir özellik: bizzat kişiliği ile satranca kazandırdıkları… Başka bir ifade ile 64 karenin dışına çıkıldığında bile satranca popülerlik katması ve satranç terminolojisi açısından kazandırdıkları…
Önce hafızasının keskinliği hakkında konuşalım ve gelin, Fischer hakkında söylediklerine dair Taimanov’a kulak verelim: Hafızası inanılmazdı. 1971 yılında Vancouver, Kanada’da meşhur karşılaşmamızdan sonra kapanış töreninde Büyükusta arkadaşlarımız ile oturuyorduk. Yardımcım Yevgeny Vasyukov aniden Fischer’e sordu: “Bobby, 1958’de Moskova’ya gelmiş ve bizim oyuncularla bir çok yıldırım oyunu oynamıştın. Ben de rakiplerinden biriydim, hatırladın mı?” Fischer “Elbette hatırlıyorum.” diye cevapladı. Vasyukov “Peki sonucu hatırlıyor musun?” diye sorunca Fischer “Neden sadece sonucu soruyorsun, oyunları da hatırlıyorum, bir tanesi Fransız açılışıydı.” diye cevaplayarak oyunun bütün hamlelerini sıraladı.
Taimanov‘un bir başka anısı da şudur: 1960 yılında Buenos Aires’te Fischer ile karşılaşır. Beyazlarla oynayan Taimonov 34, Fischer 17 yaşındadır o sıralar. Beyazlar 74. hamlede Şc4 yapar ve oyunda konum şu şekildedir:
Oyunu izlemek için: chessgames (Satranç Okulu)
74. hamlede beyazlara kazançmış gibi görünen oyunun ilerleyen hamlelerinde beraberlik için hep en doğru hamleyi yapmak şarttır ve Fischer bu hamleleri “hiç düşünmeden(!)” seri bir şekilde yapar. 87. hamlenin sonunda oyun beraberlikle sonuçlanır. Taimanov -muhtemelen “artık bana kazanç” dediği oyunun berabere bitmesine şaşırmış olacak ki net bir şekilde “Bu pozisyonu idare etmeyi ve kurtarmayı nasıl başardın? Bunu bu kadar kısa bir süre içinde nasıl yaptın?” diye sorar… Yani tam Türkçesi ile “Bunu nasıl başardın evlat?” der Fischer’a… Fischer: “Düşünmem gerekmedi. 7 yıl önce sizin (SSCB) satranç derginiz Şah-Mat’da bu oyunsonu pozisyonunun analizi yapılmıştı. Tüm varyantları zaten biliyordum.” der. Anlaşılacağı üzere Fischer daha 10 yaşında iken bu oyunsonunun analizi yapmış, dahası tüm varyantları da hafızasında tutmuş. Tabi bu arada o dönemde ABD’de satranç üzerine fazla bir mecmua bulamayan Fischer’in sırf Rusların satranç dergilerini okuyabilme adına yeterince Rusça öğrendiğini de hatırlatmak gerek.
“Mental enerjimin %98’sini satranca verdim.” diyen Fischer’ın satranç azmini varın siz düşünün. “Yenemeyeceğim bir kimse yok.” derken haklı olarak duyduğu o müthiş özgüven tam da şampiyonlarda var olması gereken cinsten. 1972 Dünya Şampiyonluğunda Spassky ile yapacağı maç öncesi ikisi arasında yaşananların, bir gazeteci tarafından “Soğuk Savaşın bir çeşit psikolojik harbi mi?” diye yorumlanması üzerine “Hayır. Ben psikolojiye inanmam, iyi hamlelere inanırım.” diye cevap verir. Bunu dahi, psikolojik üstünlüğü yönetme becerisinin bir göstergesi olarak yorumlayabiliriz.
Satranç literatürüne kazandırdıklarına bakacak olursak Fischer’ın 1956 yılında (13 yaşındayken) dönemin ustalarından Donald Byrne’a karşı oynadığı oyun “Yüzyılın oyunu”; 1972 Dünya Şampiyonluğunda Spassky ile yaptığı maç “Asrın Satranç Maçı” olarak adlandırılmıştır. Satranç literatüründeki en cazip unvanların başrollerinde de görüldüğü üzere yine Amerikalı şampiyon var.
Sadece satranca değil, satranççılara da çok şey kazandırmıştır Fischer… İşte bu yüzden Lev Khariton “Günümüzün satranç kahramanları bugün beş yıldızlı otellerde kalmalarını, katılım paraları almalarını Fischer’e borçlu olduklarını unutmamalıdır.” demiştir.
Ve gelelim şu sıralar ülkemizde “Şah-Mat” adıyla vizyonda olan, Fischer’ın hayatını konu alan “Pawn Sacrifice” (=Piyon fedası) isimli Holywood yapımı filme… En net cümle ile Fischer’ın “dirisinden” prestij ve reklam anlamında azami ölçüde yararlanan ABD, şampiyonun “ölüsünden” de faydalanıyor. Soğuk savaş döneminde olduğu gibi şimdilerde bile her fırsatta Rusya’ya (eskiden SSCB’ye) “Biz sizden iyiyiz.” imajını açık açık veren ABD için Fischer büyük bir nimet aslında. “Superman, Batman, Örümcek Adam” gibi hayali bir kahraman da değil, bilakis gerçeğin ta kendisi… “Rusları tek başına deviren / yenen / alt eden kahraman” rolünü gerçek hayatta bizzat, layıkıyla oynamış biri… Milyonlarca kişi bu filmi izleyecek ve belki de bu film sayesinde satranç dünyası fazladan bir sporcu veya “heveskâr” kazanmış olacak. Bu açıdan bakıldığında şampiyonun satranca hizmeti hala devam ediyor aslında…
Film eleştirmeni değilim, ancak satranç adına önemli birkaç hususa dikkat edilmemiş gibi geldi filmde: örneğin Spassky ile olan şampiyonluk müsabakalarının ilk partisinde Fischer, 29. hamlede filiyle “zehirli piyonu” yedikten hemen sonra Spassky’nin 30. g3 hamlesi üzerine terk etmiş gibi gösterilmiş filmde. Siyahlarla oynayan Fischer’in 29. hamlesi çok kritik olduğu için bu şekilde yapılmış belli ki… Ama oyun 56 hamle sürüyor. Satranç adına önemli bir fark… 6. partide Beyazlarla oynayan Fischer’in İngiliz açılışı (1.c4) hamlesi altyazıda “Sicilya Açılışı (?)” olarak verilmesi gibi bir kaç ayrıntı daha var. Ama daha fazlasını da görmemezlikten gelebiliriz satranç sevgisi adına…
Bir de “keşke” dediklerim oldu filmi izledikten sonra… Fischer üzerine yazılan kitaplarda, hayatını konu alan belgesellerde kendisinin “64 kare dışına çıkıldığında” en hafif tabirle “anormal” olduğu sıkça vurgulanır. Aslında Fischer’ın kendisi zaten bizzat çelişkidir: Yahudi kökenli olmasına rağmen anti-semitist düşüncede olması bile bunun en güzel örneği. Ama “hasta” olarak tanımlamaları, filmin sonunda “paranoyaklığı giderek daha da arttı.” gibi “teşhis koyucu” cümleler sanki “ustaya saygı” açısından biraz ağır olmuş. Bir başka husus Spassky’nin bir satranç sporcusundan ziyade “mafya babası” gibi gösterilmesi satranç adına şık durmamış gibi geldi… Tabi bunda filmin bir Hollywood filmi olmasının etkisi muhakkak var. Son olarak da Fischer’ın 1972 Şampiyona finallerine giderkenki çeyrek final, yarı final maçlarının neredeyse hiç gösterilmemesi… Petrosian’ın suret olarak filmde hiç gözükmemesi vb. Takdir yine sizlerin elbetteki…
Büyük filmlerin replikleri de büyük olur ve hafızaya kazınır. İzlerken, yüzümde saygı uyandıran bir gülümsemeye sebep olan, filmde Fischer’a en yakın iki karakter Paul Marshall ile Rahip Lombardy arasındaki en can alıcı replik de şuydu bence:
Paul Marshall: Kaybederse olacaklardan mı korkuyor?
Rahip Lombardy: Aksine, kazanırsa olacaklardan korkuyor…
Şimdilik, kalın sağlıcakla…